Bir Bilim Adamının Romanı -Yazar Oğuz Atay kitap özeti

Türk romanı, özellikle son yıllarda Türk toplumunun çeşitli çevrelerinden kesitler vermeyi denediği halde, önemi çok büyük bir çevreye, bilim ve bilim adamları, çevresine gereğince uzanmayı nedense ihmal etmiştir.Oğuz ATAY bu eseriyle bu önemli boşluğu doldurmak amacıyla ilk adımı atarak, Mustafa İnan’ın kişiliğinde hem bir halk çocuğunun bir bilim adamı oluncaya kadar geçirdiği ilginç serüveni, hem de bilim çevresindeki yaşantısını, belgelere dayanarak bütün boyutlarıyla yansıtıyor.Kendi alanında ilk olan bu deneyin başarısı, kahramanın her düzeyde olağanüstü olan özellikleri kadar, yazarın konusuna egemen olma ve sergilemedeki ustalığından ileri geliyor.Kendisi de İ.T.Ü. mezunu olan Oğuz ATAY bu eseriyle özellikle üniversiteye girerek bilim insanı olmayı arzulayan gençlere çok özel bir örnekle gerçek bir bilim adamının yaşantısını olduğu gibi ve çok akıcı bir lisanla anlatarak diğer seçenekler yanında arzuladıkları bilim yolunda, Türk toplumu ve insanlığa yararlı olabilmek için nasıl davranmalı, çalışmaları gerektiğinin ipuçlarını vermektedir.Burada kitap kısa alıntılarla özetlenmeye çalışılmıştır:Orta boylu, esmer, ürkek bakışlı kılıksız bir genç Fen Fakültesi kapısından utana sıkıla girer , üniversite sınav sonuç listesini aramaktadır. Listelerdeki kalabalığı görünce girmek istemez ve koridorlarda isteksizce dolaşırken farkında olmadan bir kapıdan girdiğinde başka bir kalabalığa girdiğini anlar. Orta yaşlı iyi giyimli bir adam ilgi gösterir. Burada TÜBİTAK BİLİM ödülleri dağıtılmaktadır. Mustafa İnan ölümünden dört yıl sonra bilim hizmet ödülünü almaktadır.Tübitak Bilim Kurulu 9 Ağustos gün 134 sayılı toplantısında Profesör Dr. Mustafa İnan’a İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 1944’lerde başlayıp 1967’deki vefatına kadar tatbiki mekanik dalındaki bilimsel çalışmaları, eşsiz hocalığı ve çok sayıda genç araştırıcı ve bilim adamı yetiştirmek suretiyle modern anlamda bir ekol kurmuş olmasını dikkate alarak 1971 YILI HİZMET ÖDÜLÜ’nün verilmesini kararlaştırmıştır.Cumhurbaşkanı kürsüye gelerek merhum Mustafa Hoca’nın eşi Jale İnan’a ödülünü verir. Genç adamın tanıştığı kişi de törene davetli bir hoca , bir profesördür. Profesör tören sonrasında yeni tanıştığı gençle sohbete devam eder.Kitabın tamamı bu sohbet çerçevesinde sürer. Mustafa İnan liseyi birincilikle bitirmiştir. İ.T.Ü yü de birincilikle daha önemlisi pekiyi dereceyle bitirmiştir. Bu derece orada yirmi yılda bir kere rastlamaktadır. Mustafa İnan İsviçre’de doktorasını da yapmıştı, Mustafa İnan dekan olmuştu, Mustafa İnan rektör olmuştu.Mustafa İnan 24 Ağustos 1911’de Cuma günü Adana’da seyyar posta memuru Hüseyin Avni Bey’in ve eşi Rabia Hanım’ın 13 yıllık evliğinden daha önce ölen 6 çocuktan sonra dünyaya gelir. Bu çocuk da ölmesin diye evde hiçbir gösterişli kutlama yapılmaz. Ölümü kandırmak için Mustafa’nın kulağına okula gidinceye kadar küpe takılır, asker elbisesinden bozma giysiler giydirilir.Mustafa İnan’ın oğlu Hüseyin’de pek parlak şartlarda doğmaz. Oysa eniştesinin teklifini kabul ederek müteahhit olsaydı, oğlunun doğduğu gece Haydarpaşa Numune Hastanesi’nden Erenköy’deki kayınbiraderinin evine kadar yürümek zorunda kalmazdı belki. Ama üniversitenin kutsal kapısından başını dışarıya uzatıp da insanların nasıl para kazanmaya çalıştıklarını merak etmeye başladın mı bu işin sonu iyi olmaz der profesör. Delikanlı hangi işin diye sorar. Profesör gülerek ; BİLİM CANIM der.Doğumdan sonra Doçent Mustafa İnan Profesör Salih Murat Özdilek’den 35 lira borç alarak eşi ve oğlunu hastaneden çıkarabilir.Asistanlara verdiği bir problemi çözdükleri zaman onlardan çok sevinirdi Mustafa İnan ve hemen bu konuda bir seminer hazırlayın derdi. Seminerlerin en heyecanlı istekli öğrencisi de gene o olurdu. Öğrencilerin ilerde kendisini geçeceğinden korkmazdı. Bazı hocalar bu endişeyle yaşarlar. İşte belki de bu yüzden en gayretli öğrenciler çevresinde toplandı ve onun tatbiki mekanik dalında bir ekol kurmasına yol açtılar.Sonunda profesör, Mustafa İnan’ın hemşerisi bu genç bilim adamı adayına hocanın hayatını başından anlatmaya ve bilim adamı olup olmayacağına sonra karar vermesini sağlamaya karar verir.
Mustafa İnan’ın babası Malatya’nın Hacı Müminler ailesinden geliyor. Soyadı Kanunu çıkınca Mümin’in karşılığında İnan soyadı alınır. Mustafa doğduğunda sadece sağ kalan 2 kız kardeşi vardır. Mustafa’dan sonra 3 kardeş daha dünyaya gelir. O zamanlar Anadolu’da hastalık-salgınlardan dolayı çocukların yaşaması mucizelere bağlıydı. Mustafa da 4 yaşında damdan düşmüştü. Adana’da yazlar bunaltıcı geçiyordu. Zenginler serinlemek için yaylalara kaçarlar, fakirler de bunaltıcı sıcaklarda evlerinin üzerinde düz damlarda açıkta yatarlardı. Böyle bir akşamdan sonra Mustafa gözü ağrıdığı için annesinin ilaç sürmesinden sonra sargılı olduğu halde sabah kalktığında evlerinin damından düştü, uzun süre kendine gelemedi. Kendisine geldiğinde artık zayıf bünyeli bir çocuk olmuştu. Bunları anlattıktan sonra profesör gözlerini delikanlıya dikti ve şunları söyledi; "Mustafa İnan ölseydi, belki de uzun yıllar mekanik kolunda iyi bir öğreticiden yoksun kalacaktık. Belki de seninle dün tanışamayacaktık, yani bizim ülkede herşey pamuk ipliğine bağlı. Belki de nice Mustafa İnan’lar damdan düştükten sonra bir daha kendine gelememişlerdir, belki de daha önceleri doğum sırasında filan ölmüşlerdir. Belki nice Mustafa İnan’larda bütün görünmez ve görünür kazaları atlattıklar halde, ne yapacaklarını bilmedikleri için damdan düşmekten beter olmuşlardır. Ne dersin?."Adana’nın Fransız’larca işgalinden sonra aile tüm yöre halkı gibi büyük sıkıntılar çeker ve sonunda babalarının önceden göreve gittiği Konya’ya zorluklarla göç ederler. Bizde neden kolayca bilim adamı yetişmediğini anlıyor musun? Diye sordu. Profesör ve devam etti. "İşte bilimin anavatanı BATI Adana’ya gelmişti. Üstelik yalnız pasta ikram etmiyordu çocuklara. Kuvayi-Milliye çeteleri düşmana karşı direnişe başladığı için köyleri uçaklarla bombalıyordu. Mahalle mektebi bitmeden, dayak korkusu bitmeden düşman korkusu başladı Mustafa’da. Bir Newton’u mahalle mektebinde falaka korkusuyla anlamadığı bir dilin alfabesiyle ve kelimeleriyle savaşırken düşünebiliyor musunuz? Ya da Leibniz’i kim 4 yaşında damdan düşerken gözönüne getirebilir? Bilmem neden böyle insanlardan söz etmezler okulda? Çocukları Büyük İskender yada Napolyon olmaya özendireceklerine neden onlara Gauss’dan Pascal’dan bir şeyler anlatmazlar? Güldü,Gauss dedim de aklıma bir şey geldi. Gauss da küçük bir çocukken evlerinin önündeki kanala düşmüş, yoldan geçen bir çiftçi onu kurtarmasaymış o zamanlar matematikle fiziğin hali ne olurdu? Ne var ki küçük Mustafa’nın Adana’dan Fransız’lardan kaçma telaşı içinde olduğu yaşta Leibniz babasının kitaplığındaki Latince ve Yunanca şiirleri okuyordu. Konya’da 2,5 yıl kaldılar.Mustafa İnan Konya’nın mistik etkisini bütün hayatı boyunca hissetmiştir. En çok mevlevi ayinlerinden etkilendiğini söylerdi. Mevlevilerin dönen eteklerinin ney müziğinin güzelliğini arkadaşlarına anlatırken gözlerini kapardı. Birgün birlikte yolda yürürken birden bire Prof. Cahit Arf’e sordu. "Cahit sen mistiklere inanır mısın?" O sırada Yunus Emre’yi okuyordu. Durmadan diye anlatmıştı. Cahit Arif "Ben mistiklere inanmıyorum" dedim ama bu konuyu da bütünüyle reddettiğimi de söyleyemem. Mustafa çok sevindi bu sözlerime.Ailesine yük olmamak için gördüğü bir hükümet ilanıyla 9 yaşlarında kendisi başvurarak sünnet günü ailesine haber vererek sünnet olmuştu.Adana’ya uzun süre dönmediler. Kurtuluş Savaşı başlamıştı. Yunan bir yaklaştı bir uzaklaştı. Cumhuriyetin ilanından sonra Adana’ya döndüklerinde bomboş bir ev buldular.İlkokula başladı. Ailesi ders çalıştığı için çok üzülüyordu. Onun olağanüstü hafızasından henüz kimse habersizdi. Babası damdan düştüğü için bu çocuk adam olmayacak diyordu. Tatilde okumama ihtimaline karşı verildiği kuyumcuda bu mesleği de herşey gibi ciddiyetiyle öğrendi.
Mustafa İnan’ın öğretmenliğe ne zaman başladığını belirtmek çok zordur. Onun eşsiz hocalığı belki de ortaokula gittiği yıllarda başlamıştı. Öğrendiklerini hemen arkadaşlarına anlatmakta büyük bir heyecan duyardı. Yıllarca sonra Teknik Üniversite’de mekanik dersleri verirken de en karmaşık problemleri sanki çok basit konularmış gibi anlatırken öğrencilerini heyecanlandırmasını da biliyordu. Teknik Üniversite’de mekanik dersini Mustafa Hoca’dan dinleyenler özellikle bir konuyu hiç unutmazlardı. Bugün Amerika’da öğretim üyesi olan Şenol UTKU "Hocanın bana en çok etki eden sözleri 1950-1951 ders yılında Teknik Mekanik 1 Dersi sırasında Genel yer çekimi kanunu ile ilgili konuşması olmuştur diyor" eski Mezopotamya’dan başlayıp Newton’da gerçekleşen bu gelişimi ondan dinlerken muhakkak ki ömrümün en ilginç ve heyecanlı anlarından birini yaşamışımdır" Evet bilim binlerce yıl boyunca bu konuyu iyice oluşturmuştu. Sanki bu süre içinde Genel Çekim Kanunu havada yakalanmayı bekliyordu. Newton’dan önce Kepler vardı. Tam 33 yıl gökyüzünü gözleyen Kepler gezegenlerin hareketiyle ilgili 3 temel kanunu bulmuştur. Mustafa Hoca’nın eski öğrencisi Statik Profesörü Güney Özman bu dersi dinlerken kendini Kepler sanıyormuş.Newton genel çekim kanunu bulmak için Kepler kanunlarından yola çıkmıştı. Fakat sonuca hiç de kolay ulaşmadı Newton. Mustafa İnan gibi zayıf bünyeli olan Newton da çocukluğunda arkadaşlarının oyunlarından uzak durmuştu. 1 Litrelik bir kavanoza sığacak kadar küçüktü doğduğu zaman, bu çocuğun yaşayacağını sanmıyorlardı. Bazıları bu yüzden , Newton’un erken gelişmediğini söylerler. Genel çekim kanunu da yıllarca uğraştırdı onu. Hesaplar her yerde takılıp kalmıştı. Ne yapsın? Diferansiyel İntegral hesap henüz bilinmiyordu. Yarım saatte çözülebilecek bir integral problemi için Newton yirmi yıl uğraşmak zorunda kaldı. Sonunda genel çekim kanunu bulabilmek için diferansiyel ve İntegral hesabı da icat etmek zorunda kaldı. Başka çaresi yoktu. Sonsuz küçükler hesabı da artık havalarda dolaşıyordu. Onu da bir matematikçinin bulması zamanı gelmişti. Nitekim Leibnitz de aynı yıllarda bu metodu Almanya’da geliştiriyordu. Sonunda çekim kanunu 2 sayfaya sığabilecek hale geldi. İşte evrenin temel kanunlarından biri de basit bir diferansiyel hesaba dayanır. İşte Newton’da bu basit kanunu bulurken diferansiyel hesabı icad edivermiştir. İnsanın Mustafa Hoca’yı dinlerken kendini Newton ya da Kepler gibi hissetmemesine imkan var mıydı? Şimdi bu kanunu arza tatbik edelim dedi. Mustafa İnan. Yani şu bizim küçük dünyamıza. Meselere yukarıdan bakmayı bildikten sonra dünya gibi gezegenler insana çok küçük gelir. Newton da "Başkalarından daha ilerisini görebiliyorsam, bunu devlerin sırtına çıkmaya borçluyum" demiştir. Evet Newton adlı dev bile başarıya ulaşmak için; Descartes, Kepler ve Galileo gibi devlerin sırtına çıkmak zorunda kalmıştır. Mustafa İnan’nın dersini dinleyenler de kendilerini aynı yükseklikte hissediyorlardı. 2 sayfalık hesapla evrenin önemli sırlarından birini daha kavramışlardır. Üstelik Mustafa Hoca bütün hesabı cebinden küçük bir kağıt bile çıkarıp bakmadan ya da kürsünün üstünde notlarını koyup da okumak gibi uyutucu bir yola başvurmadan yapmıştı.Mustafa İnan’ın ortaokula giderken de defter tuttuğunu gören yoktu. Ailesi onu derse çalışırken hiç görmüyordu. Akşamları da erken yatıyordu. Çünkü onun derdi başkaydı. Ailesine yük olmamak için sabahları erken kalkıp herkesten önce okula giderek yatılı öğrenciler kahvaltılarını bitirene dek o onlardan aldığı kitapları okuyordu.Oyunlara karışmadığı ve koştuğunu gören olmadığı halde her sosyal faaliyete katılıyordu. Sınavla parasız yatılı hakkını kazanınca biraz rahatlamıştı. Cebirci Mustafa diye adı çıkmıştı. Hoca gelmediğinde bazen tahtada problem çözüyor ve üst sınıflara ders veriyordu.Parasız yatılılardan Rasim’e de cebir dersi veriyordu Rasim. 3,5 gibi sayılarla oldu mu problemi çözüyordu da, işin işine "n" girdi mi şaşırıyor; bu n yüzünden okul hayatı kararmıştı. Sonrasında Dr. Rasim Dölek Mustafa Ağabey olmasaydı okulu bitiremezdim demiştir. Cebirci Mustafa düşünüyordu. "n" bilim demekti, soyutlama demekti, meselelere Newton’un baktığı gibi yukarıdan bakabilmek demekti. Bu "n" i herkese anlatabilmeliyim diye düşünürdü.Mustafa İnan için öğretmek vazgeçilmez bir tutkuydu. 1967 yılının sıcak yaz aylarında Almanya’nın Freiburg şehrindeki hastanede ölümle savaşırken bile hocalığı unutmamıştı. Artık serumla yaşıyordu. Dr. Hemşireye talimat vermişti. "Serumu hiç kesmeyeceksiniz" Mustafa İnan bir süre dalgın gözlerle onlara seyretti, sonra kendini kaybetti. Gece uyandığı zaman odada yalnızdı. Serum şişesine takıldı gözü. Düzenli damlalarla akıyordu sıvı. Sonra da saatine baktı bir süre. Sonra da gene sıvı damlalarını izledi bir süre ve telaşla zile basarak hemşireyi çağırdı. "Bu serum yetişmeyecek sabaha kadar" dedi. Uykulu gözlerle kendine bakan kadına "dakikada 40 damla akıyor. 25 damla 1 cm³ yaptığına göre, bu gidişle gece yarısından önce taktığınız şişe biter. Nöbetçi hemşireye talimat vermezseniz, yarın doktordan iyi bir azar işitirsiniz" Mustafa İnan hayretle bakan hemşireye gülümseyerek; merak etmeyin hesap tamamdır. Çocukluğumda bir eczanede çıraklık yapmıştım da diye sözlerin tamamladı.Mustafa İnan hafızasının kuvvetiyle bütün dersleri sınıfta dinlemekle noksansız öğreniyordu. Ders kitabı hiç olmadı. Böyle çalışkan öğrencilere çeşitli adlar takılır mesala "inek" gibi. Teknik Üniversite de "kuş" derlerdi. Kuş ve inek olduğu belli olan hemen soyutlanırdı. Böylece her sınıf ikiye ayrılır ve herkes kendi toplumunda yaşar, iki ayrı millet gibi. Kuşlar da ötekileri küçümser tabii. Bu iki milleti aynı bayrak altında toplayabilseydik belki biz de bilim savaşında bazı toprakları ele geçirebilirdik " dedi profesör gülerek.
Mustafa aslında hayata dönük ilginç bir kuş tipiydi. Herkesin dostu Mustafa İnan nasıl öğretiyordu bu kadar insana. Önce onlarla dost oluyordu tabii. Öğretmeden önce onları öğreniyordu. Sanki öğretmiyordu onlara, onlarla sohbet edermiş gibi yapıyordu. Onlarla konuşurken hocadan bir şey öğrendiklerini çok sonradan anlıyorlardı.Eve getirdiği kitapları kız kardeşine vermiyordu. Ona erkeğin üstün olduğunu söylemişti. Ancak babası ona birgün kızların oğlanlardan ne farkı var diye sorarak kitapları kız kardeşine de vermesini sağladı. O günden sonra kadınların toplumdaki yeri konusunda daha hassas davrandı. Ölümünden sonra oğluyla evlenen gelini olan asistanına da hep yardımcı oldu. Asistanı hazırladığı ilk seminerinde verilen bir uzay sistemiyle uğraştığı halde çözemeyince hocasına başvurdu.Mustafa İnan güldü ve ne yapmak istiyorsun ?. Amacın nedir ? diye sordu. Asistanı eğriyi çizmek isteyince, hayır dedi. ‘senin amacın bu eğriyi çizmekle ne yarar sağlayacağını göstermektir’Mustafa İnan bunu anlatmakla genellikle çok zorluk çekiyordu. Mesela lisedeki sınıf arkadaşları derslere çalışırken amacın sınıfı geçmek olduğunu sanıyordu.
1929 yazında 18 yaşındayken babasını kaybetti. 1931 yılında liseyi bitirtiğinde karışık duygular içindeydi. Biran önce hayata atılmak için önce öğretmen olmak üzere Fen Fakültesine, sonra yine hoca olmak kaydıyla arkadaşlarının ısrarıyla Mühendis Mektebine kaydoldu. Sınav için kaydolmak üzere gittiğinde sıradakiler taşradan gelen bu yabancıya yabancılığını hissettirdiler. Sıradaki bir genç ‘buraya girmek zordur’ her yiğidin harcı değildir. Hemşerim deyince Mustafa " bir deneyek bakak " dedi. Şivesiyle özelliklerini de titizlikle korumuştur. Sınavı da birincilikle kazandı.
Mustafa bilimde başından beri hoca olarak hizmet etmeyi düşünüyordu. Sayıların ve eski yunanca harflerin gerisinde canlı ilişkiler olduğunu sezemezsek, sayılarla hayatın arasındaki ilişkiyi göremezsek, matematik ve dolayısıyla fizik çalışmanın tek amacı sınıfı geçmek olur.1933’de Darülfünun üniversite olunca ve bizde de Newton, Pascal, Gauss gibi bilginlerin yetişmesi amaçlandıysa da bu arada Doğu’nun sistemsizliği unutulmuştu. Gauss’un Alman vatandaşlarının ülkeye getirilmesiyle topraktan Gauss’lar fışkıracağı sanılmıştı. Oysa bu olmadı. Tek tük yetişen Cahit Arf, Mustafa İnan gibi bilimcileri de toplum yeterince tanımadı, bunlar tanıtılmadı. İnan bilim dünyasına girer girmez "ithal malı bilim olmaz" demişti. Bu ithal malı kafa olmaz demekti. Aynı zamanda Mühendis mektebinde de çok sevildi ve 1. sınıfta Divan Edebiyatıyla da ilgilenmeye başladı.Bilimde meseleler nutukla çözülemiyordu. Malazgirt hakkında çok şey söylenebilirdi. Fakat gazların genişlemesi hakkında bir Alpaslan kanunu olmadığı gibi matematikte de bir Hüsamettin serisi yoktu. Bunun ötesinde söylentiler efsaneden ibaretti. Aristo eski yunanda bilimin temellerini atmadan önce Mitoloji yürürlükteydi. Bizim mitolojinin de yerini bilim alması gerekiyordu. Mustafa yı okulda efsaneleştirdiler. Oysa o başarısını erken kalkmasına düzenli sistemli çalışmasına, dersleri dikkatli dinlemesine, arkadaşlarına ders verirken öğrendiklerini pekiştirmesine ve olağanüstü hafızasına borçluydu.
Zamanın sert eski düşkünlüklerini aynen devam ettiren , öğrenciye söz hakkı tanımayan ve dersi anlayıp anlamadığıyla ilgilenmeyen bunu tespit edemeyen devamlı arkası sınıfa dönük tahtaya ders anlatan öğretmenlere; seçtiği hocalığı nasıl yapması gerektiğini anlatıyordu. Her iki taraf da işin kolayına kaçıyordu. Mustafa çevresine baktığında sonraları kendisini çok düşündüren düşünme tembelliği mezhebinin farkına varıyordu. Düşünmek zordu , büyük enerji istiyordu. Hele yaratıcı araştırıcı düşünce için çok yorulmak gerekiyordu. Yüzyıllardır insanlar gördüklerini, dinlediklerini, öğrendiklerini yorumlamaya alışmıştı. İnsanlar bu nerden geliyor diye merak etmemişlerdi. Onları tedirgin etmeden, onlara yeni karşısındaki ilkel korkuyu hissetirmeden düşünmeye alıştırmak gerekiyordu. Doğuyu tedirğin etmeden Batıya yaklaştırmak gerekiyordu. Cebirci Mustafa’nın işi zordu.
Mustafa bir konuda uzmanlaşarak bilim hayatının bir köşesine çekilecek yaratılışta değildi. Belki mekanikte daha birçok bilimsel makalenin altına imza atarak kitaplarda daha çok adını geçirebilirdi; üstelik bütün çalışma arkadaşlarının kuşkusuz kabul ettiği gibi bunu herkesten iyi yapabilirdi. İnsanlarımızı ve hale bilim çevremizi iyi bildiği için daha geniş kapsamlı bir denemeye girişti. Bilime ülkede bir "ekol" kurarak hizmeti seçti. Neden daha çok araştırma yapmış gibi görünenler değil de Mustafa İnan kalıyor geriye? Çünkü Mustafa İnan onlardan çok daha derinlere yayılmak istiyordu aslında.İsviçre’de doktora yaparken İsviçre’li hocalarının da ifade ettiği gibi eğer doktoradan sonra dönmeyip İsviçre’de kalsaydı, dünyanın en büyük iki mekanikçisinden biri olabilirdi. Fakat ülkesinin bundan ne yararı olacaktı? Olmasın çünkü bazılarına göre bilim evrenseldi, bu gerçeğin dışında hiçbir şeyin önemi yoktu. Bu görüş belki doğrudur. Ne var ki ülkemizin de bunun doğru olmadığına inanan insanlara şiddetle ihtiyacı vardır. Ve Mustafa İnan gibi düşünen bilim adamları Doğudan Batıya doğru durmadan artan beyin gücünün her zaman karşısında olmuşlardır.Mustafa İnan iç dünyası ile Doğuya bağlıydı, bütünüyle bağlıydı. Lise yıllarında başlayan bir sevgiyle Divan Edebiyatına bağlıydı. Divan edebiyatının büyük geleneğine hayrandı. Geleneklerine bağlıydı. Geleneksiz olunca hiçbir yere varılabileceğine inanmıyordu. Türk kültürünün de büyük bir gelenek içinde yerini alacağına inanıyordu. Matematiğin de mühendisliğinde kurulacak bir bilim geleneği içinde gerçek yerini alacağına inanıyordu. "ithal malı bilim" ile bilimsel ortamı yaratılamayacağına inanıyordu.Mustafa İnan hayat arkadaşı olan Jale Hanım’ı da matematik dersi verirken tanımıştı. Müzeler müdürü Aziz Oğan’ın kızı Jale Hanım’da boş geçen matematik dersleri için bir arkadaşıyla birlikte artık okul çerçevesinde ün yapmış olan Mustafa İnan’dan ders alıyordu. Böylece başlayan arkadaşlık evlilikle sonuçlandı. Evlilikle anne ve iki kardeşin bakımıyla birlikte iki evin kirası büyük bir geçim sıkıntısı başlatmıştı. Ayın sonunu getirmek için ikinci mevki tramvayla yolculuk ediyordu.Mustafa İnan’ın eniştesi Nedim Kozacıoğlu gene yardım etmek istedi onlara, genç doçentle birlikte müteahhitlik yapmalarını teklif etti. Mustafa Bey’de durumu olduğu gibi eşine iletti. Eşi kendi görüşünü sorduğunda cevabı şu oldu; ‘ben, piyasada mühendislik yapamam daha doğrusu zorlukla yaparım. Ben öğretmenlik için yaratılmışım. Devlet beni daha iyi yetişmem için Avrupalara göndermiş. Gerçi eniştem tazminatı ödeyecek devlete ama bu orada benim yetişmem için devletin beklediği yıllar ne olacak? Bu zaman içinde başkasına bu parayı harcardı. Şimdi de bu adam ellerinin altında olurdu.’ Karısı da ona cesaret verdi, ve genç adam müteahhit olma yerine, Profesör olmayı seçti. Bu kararından bir yıl sonra 1945’de profesörlüğe atandı.Üniversitede öğrencilerin çoğu Mustafa İnan gibi parasız yatılı kaderini yaşıyordu. Mustafa İnan gibi kendisinden birşeyler beklenen öğrencilerin çoğu kısmetlerini zorlukla geçen öğrencilik yıllarını biran önce unutmak istercesine serbest piyasaya atılıyorlardı. Üniversiteye asistan bulmak kolay olmuyordu. Üniversitede kalmak, hayata atılmamak gibi görülüyordu. Peki hayata atılanlar ne yapıyorlardı? ‘düşünme yeteneğini gittikçe kaybettiğimi hissediyorum’ diyor bunlardan biri ‘karşıma çıkan meselelerin öğrendiklerimle hiçbir ilgisi yoktu, bunların hakkından gelmek için öyle uzun boylu düşünmeye ihtiyaç yoktu, yalnız konuşmak gerekiyordu. Böylece en az düşünen insanlardan biri oldum zamanla’Mustafa İnan teknik mekanik derslerine (mekanikçiler kırılmasınlar diye haberleri olmadan) vektörel cebri de ekleyerek anlatıyordu. Böylece dersler bir matematik-fizik bütünlük kazandı. Onun dersini dinleyenler daha önce birşeyler öğrenmemiş olmanın sıkıntısını çekmezlerdi.Mustafa Hoca bir mukavemet hocası olarak elastik sistemleri rijit sistemlere tercih ediyordu ve Türk toplumunda kapalı bir sistem içinde kaldıkça kendisiyle hesaplaşmaya girişmeyeceğini düşünüyordu. Hayat şartlarının kapalı sistemleri yaşatmayacağını biliyordu. İnsanın bir ömür boyunca heyecan içinde yaşaması ve yaşarken de çevirmeden kendisiyle hesaplaşması demekti bu nefis muhasebesiydi.Mustafa İnan düşünmek konusunda bir seminerde şunları söylemişti; ‘düşünmek, ilmi araştırmalar sonunda sabit olmuştur ki, en çok enerji sarf edilmesi icap eden fiziki bir olaydır. Bu enerji bulunmadığı için veya sarf etmek külfetine doğuştan istekli olmayan insan yavrusu ise böyle bir işe karşı daima tembellik içindedir. Her fırsatta ondan kaçmak yolunu bulur. Onun için düşünme sporu ile bu işe alıştırılması ve düşünme sanatını öğrenmesi gerekir.Kendisi de bu sporu çok yapmış ve çevresine de devamlı yaptırmıştı. Daima mühendisliğin çarpma bölme işaretinde olduğu, , beş katlı apartman yerine on katlı apartman dikmek olmadığını anlamaya çalışmıştır.‘Tolerans ve tabiat’ adlı incelemesinde manevi hayat için önemli olan bu dünya görüşünün cansız dünya içinde benzer şekilde düşünebileceğinden bu suretle de toleransın evrensel bir anlayış tarzı olduğundan bahsediyordu. Ölçü tekniği ne kadar ileri olursa olsun, her büyüklüğü istenilen duyarlılıkta ölçmek mümkün değildir. 1921’lerde Alman fizikçi Heisenberg’in koyduğu ‘Belirsizlik’ prensibine göre mesela bir elektronun hızını ne kadar kesin tayin etmek istersek, yerinin belirtilmesi de o kadar çok yaklaşıklı olur. Yani elektronun hem hızı hem de yeri aynı kesinlikle tayin edilemez, bunu tabiat izin vermez. Bununda bir sınırı vardır. Olaylarda kesinlik yok demek kuralsızlık kaos vardır anlamına da gelmez. Canlı-cansız bütün alemlerdeki olaylar sınırlı bir toleransla ele alınmalıdır. Tolerans evrensel bir düşünce tarzıdır. Mustafa Hoca herkese ve herşeye karşı tolerans istiyordu. İnsanlar ne kadar çok şey bilirse, öğrenirlerse yaşamlarında da toleransa o kadar çok yer verirler diyordu. Uğraştığı günlük hayatla ilgili çeşitli konular yanında bilimsel alanda da bir çok çalışmaya önderlik ediyordu. Mekanik kongrelerinde yabancı bilim adamlarıyla birlikte tebliğleri okunan Türk bilim adamları yabancılarla bir farklılıkları olmadığını keşfediyordu. Mustafa Hoca taşıma matrisi konusunda dünyada çalışma yapan 14 bilginlerden biri olmuştur.Esas uzmanlık alanı fotoelastisite idi. Yani cisimlerin elastik şekil değiştirmelerinde cisim içindeki gerilmelerin dışarıda fotoğrafla incelenmesidir. Böylece sistemlerin modellerinde gerilme ve mukavemet analizleri yapabiliyordu.Sağlam, özgün bir matematik kültürümüzün temelini eserleriyle atan matematikçi Kerim Erim Hoca gibi Mustafa Hoca’da matematiğe çok önem veriyordu. Herkes matematikçiydi, kendisi bilsin bilmesin bu böyleydi. Matematik bilmeyen bir felsefeci ruhun ölmezliği üzerine düşünürken bile Afrika yerlilerinin vardığı sonuçlara ulaşabilir. Düşünen ve bir şeyler ortaya koymak isteyen her insan matematikçidir.Cisimlerin mukavemeti kitabı hocanın ilim nakilciliğini ya da ithal malı ilim yerine telif ilim getirme çabasının elle tutulur bir örneğiydi. Bunun haricinde üç kitabı daha yayımlandı.27 Mayıstan sonra Cemal Gürsel’in Bayındırlık Bakanı olarak hocalığı bırakma teklifini kibarca reddetti. Genç yaşta rahatsızlanarak gittiği Almanya’da 5 Ağustos 1967’de (56 yaşını doldurmadan) lösemiden vefat etti.Kitap ; şans eseri tanıştığı bir genç mühendis adayına Mustafa İnan’ı tanıyan Profesör’ün Mustafa İnan gibi bilim adamı olmanın anlamı konusundaki tavsiyeleriyle sona erer. Yazarın da İTÜ mezunu bir mühendis olmasından kaynaklanan çok çeşitli yaşanmış gerçek örneklerle zenginleştirilmiş esprili akıcı bir anlatımı vardır.
 

ÖZETBLOG Tüm Hakları Saklıdır © Dizayn by ZaZa